9 Şubat 2025 Pazar

 

 

1941.

 

İkinci Dünya Savaşı patlamıştı.

 Barbarossa Harekatı başladı, Sovyetler Birliği'nin Nazi Almanyası tarafından işgal edilme planının kod adı'ydı.

 Alman donanmasını Karadeniz'e geçirmek istiyorlardı ama karşılarında “Türk kilidi” vardı… Sadece beş yıl önce imzalanan Montrö Sözleşmesi nedeniyle Çanakkale ve İstanbul boğazlarından savaş gemisi geçirebilmeleri mümkün değildi.

 Hitler, Türk hükümetine “hile” teklif etti.

 “Atılay, Saldıray, Yıldıray denizaltılarınızı bize satın” dedi.

 Bizim denizaltıları Alman mürettebatla

 Karadeniz'e salacaktı.

İsmet İnönü derhal reddetti.

 Bunun üzerine, Hitler düşündü taşındı, Fatih Sultan Mehmet'in karadan yürüterek Haliç'e kadırga indirmesi gibi, Avrupa'yı boydan boya yürüterek, Karadeniz'e denizaltı indirmeye karar verdi!

 Efsanevi U-Bot'ların dizaynında değişiklik yaptılar, Tip2 adıyla, daha küçük, daha hafif, 42 metre boyunda, 4 metre eninde, 270 ton ağırlığında, altı adet özel denizaltı ürettiler.

 U9, U18, U19, U20, U23, U24 adlarını verdiler.

 Nakliyesi bile sıradışı mühendislik istiyordu.

 Denizaltıları tek parça halinde taşımak

 imkansızdı.

 Söktüler, parçalara ayırdılar.

Hamburg'tan römorkörlerin çekeceği özel dubalara yüklediler.

 Elbe Nehri üzerinden Dresden'e getirdiler.

 Dubalardan indirip, kamyonların çekeceği yirmi tekerlekli devasa dorselere yüklediler, karayoluyla Ingolstatdt'a getirdiler.

 Dorselerden indirip, yine dubalara yüklediler, Tuna Nehri üzerinden Romanya Köstence'ye getirdiler.

 2 bin 300 kilometre.

 11 ay sürdü.

 Monte ettiler.

 

Karadeniz'e indirdiler.

1942 yılı olmuştu.

 Ekim ayından itibaren göreve başladılar, askeri-ticari hedeflere 56 operasyon düzenlediler, Sovyetler'e ait 26 gemiyi batırdılar.

 Rus donanması fellik fellik onları arıyordu.

 Alman denizaltılarından üçü batırıldı.

 1944 yılı oldu.

 Romanya savaşta saf değiştirdi, Sovyet ordusu Alman denizaltılarının ikmal yaptığı Köstence'ye girdi.

 Böylece, U19, U20 ve U23 denizaltıları Karadeniz'de sıkıştı kaldı.

 Sığınacak liman yoktu.

Alman genelkurmayı yine Türk hükümetine teklifte bulundu.

 “Mürettebatımızı bize teslim etmeye söz verirseniz, denizaltılarımız size teslim olacak, mürettebatımız karşılığında denizaltıları hibe edelim, sizin olsun” dediler.

 Ama, tarafsızlık konusunda kararlıydık, yine reddettik.

 Bunun üzerine, Almanya'nın başka çaresi kalmadı, denizaltıların komutanlarına şifreli mesaj gönderdiler, “Türkiye kıyılarına yaklaşın, denizaltıları batırın, mürettebatı gizlice karaya çıkarın, karayoluyla Yunanistan'a geçmeye çalışın, veya Ege kıyılarına ulaşıp, Alman gemileriyle irtibat

 kurmaya çalışın” emri verdiler.

9 Eylül 1944 gecesiydi.

 Mürettebat lastik botlarla karaya çıktı.

 U19, Zonguldak Filyos kıyılarında, U20, Sakarya Karasu kıyılarında, U23 ise, Ağva kıyılarında batırıldı.

 Alman denizciler için özgürlüğe kaçış başlamıştı ama, hiç bilmedikleri topraklardaydılar, yanlarına biraz erzak aldılar, küçük gruplara ayrıldılar, saklana saklana Batı'ya doğru yürümeye başladılar.

 81 kişiydiler.

 Elbette uzun süremedi.

 İki gün sonra hepsi yakalandı.

 Önce Beyşehir'e götürüldüler, sekiz ay Kızılay kampında tutuldular.

Sonra Isparta'ya götürüldüler, 1.5 yıl kadar da orada tutuldular.

 Esir muamelesi görmediler, misafirdiler, hayatlarını insanca sürdürebilmeleri için Kızılay tarafından kendilerine maaş ödendi, günlük yaşama katıldılar, kimisi Kızılay hastanesinde hekimlik yaptı, kimisi fabrika ve atölyelerde Türklerle birlikte çalıştı, çoğu teknik personel olduğu için özellikle makine tamiratında çok işe yaradılar.

 İkinci Dünya Savaşı sona erdi.

 Alman denizciler trenle İzmir'e getirildi, barış anlaşması gereğince Amerikalılara teslim edildi, gemiyle İtalya'ya gönderildiler, Almanya'da bir süre gözaltında tutuldular, sorgulandılar, 1946 yılı eylül ayında, hepsi

 sağ salim evlerine döndüler.

Hollywood burada olsaydı, yüz kere filmi çekilirdi.

 Bu yaşanmış savaş filmi öyküsünde açıkça görüldüğü gibi, dünyayı kasıp kavuran Hitler bile Montrö Sözleşmesi'ni geçemedi!

 Montrö, Mustafa Kemal dehasıdır.

 Montrö olmasaydı, Türkiye ikinci dünya savaşından kurtulamazdı.

 Montrö olmasaydı, Karadeniz 85 yıldır barış denizi olarak kalamazdı.

 Günümüz konjonktüründe bakarsak…

 Sovyetler Birliği döneminde, Karadeniz'in Türkiye dışındaki tüm kıyılarında Sovyet hakimiyeti vardı.

 Bugün artık böyle değil.

 Koskoca Rusya, 300 kilometrelik sahil bandına sıkıştı.

 Bulgaristan, NATO üyesi oldu.

 Romanya, NATO üyesi oldu.

 2008 NATO zirvesi'nde Ukrayna ve Gürcistan'a üyelik sözü verildi.

 Bardağı taşıran bu gelişme üzerine, Rusya anında Gürcistan'a daldı, peşinden Kırım'ı ilhak ederek, Ukrayna'ya müdahale etti.

 Karadeniz şu anda, bir kıvılcımla havaya uçacak barut fıçısından farksızdır.

 Montrö'yü bırak delmek, biraz esnetmek bile, jeopolitik intihardır.

 Emperyalist emrivakilere hizmet etmekle kalmaz, Türkiye'yi ateşe atar, Türkiye'yi mutlaka ve mutlaka çatışmaya sokar.

 Hatırlayalım lütfen… Milli kahramanımız Rauf Denktaş'ı sırtından bıçaklayıp, Kıbrıs ahalisine “yes be annem” dedirtiler, en başta petrol ve doğalgaz olmak üzere, Akdeniz'deki haklarımızı kaybettik, Antalya körfezine sıkışıp kaldık, ya susup oturacağız, ya da vuruşacağız, mecburen o

 noktaya sürüklendik. Montrö tartışmaları, Akdeniz'de

işte bu başımıza gelenlerin, Karadeniz'deki versiyonudur.)

 “Cumhurbaşkanı isterse İstanbul Sözleşmesi'nden çekildiği gibi Montrö Sözleşmesi'nden de çekilebilir” diyen Tbmm başkanının, belli ki ağzından çıkanı kulağı duymuyor.

 Ama, Türk milletinin olan biteni duymasında acil fayda vardır

 

KONUYLA İLGİLİ BİZİM NOTUMUZ:12.02.2025

 

    Yazıda, Rus donanması tarafından Karadeniz de batırılan üç Alman denizaltısının personelinin akıbeti hakkında bilgi yok. Bu konuda, ProfDr. Metin Arat'ın anılarına dayanarak ben bilgi aktarayım:

    Bursa Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan Metin Arat hoca 2. Dünya Savaşı yıllarında lise öğrencisidir. Babasının görevi nedeniyle Terkos Köyünde yaşamaktadır. Alman askerlerinin cesetlerinin Karaburun Köyü sahiline vurduğu haberini alan köylüler ceset kapmak için sahilde nöbet tutmaya başlarlar. Sahile vuran Alman askerlerinin üzerindeki giysiler köylüler tarafından tamamen çıkarıldıktan sonra cesetler kuma gömülür. Terkos köyünden Dişçi Veysel, Alman askerlerinin dişlerindeki kaplamaları söküp köylülere uydurup takmaktadır. Hoca: "Veysel, söktüğü kaplamayı cam kavanoza atınca çıkan  "ting "sesi hala kulağımdadır" derdi.

    O yıllarda, yamalı pantolonu bile zor bulan köylüler, Alman askerlerinden edindikleri giysileri ile nazi askerleri gibiydiler. Hoca o dönemde yaşadıklarını, Terkos Köyündeki yaşantıyı çok güzel anlatıyordu.

    Yıllar geçip Hoca tıp fakültesi öğrencisi olunca, hocası eğitim için öğrencilerinden insan iskeleti bulup getirmelerini ister. Hoca'nın aklına Karaburun sahiline gömdükleri Alman askerleri gelir. Köyden birkaç işçi alıp cesetlerin gömüldüğü yere gider ama dalgalar sahilde çok fazla değişiklik yaptığından iskeletleri bulamadan dönmeye karar verdikleri sırada köylülerden biri iskelet bulduğunu söyler. Bulunan iskeleti hiç eksiksiz bir çuvala koyarlar.  Hocanın hocası, tam takım iskeleti diğer öğrencilerine gösterip bizim Hocayı över.

Böylece, o yıllarda denizde ölen Alman askerlerinin iskeletleri tıp fakültesi öğrencileri için malzeme olur. 

Metin Arat hocanın, 1940- 1945 yıllarına ait, Terkos ve Tayakadın Köyü hakkında çok ilginç hatıralarını kendisinden dinlemiştim. İleride inşallah diğerlerini de aktarırım.

Ben burada keseyim. 

24 Ocak 2025 Cuma

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE ORMANCILIK POLİTİKALARINA GENEL BAKIŞ ve 39 SAYILI BALTALIK KANUNU UYGULAMASI (1920-1924) HAKKINDA DÜŞÜNCELER

 

1)Giriş:

1920-1924 yılları arasında yürürlükte kalan Baltalık Kanunuyla ilgili olarak çeşitli çevrelerde olumlu veya olumsuz pek çok görüş ileri sürülmüştür. Dar bir çevrede tartışılan konu, Cumhuriyetin 50. Yılında Orman Bakanlığınca hazırlanan “Cumhuriyetin 50. Yılında Ormancılığımız” adlı eserde, Kanunla ilgili olarak açıklanan olumsuz görüşler sonrası tartışmaların alevlendiğini söylemek mümkündür.

Olumsuz görüş bildirenler; Kanun uygulamasının ormanların tahribine yol açtığı, Kanunun, köylüleri TBMM’nin yanına çekmek için çıkarıldığı, Kanundan beklenen amaçlara ulaşılamadığı bu nedenle 1924 yılında kaldırıldığı görüşündedirler.

Olumlu görüş bildirenler; Kanun uygulamasının orman tahribine yol açmadığı, aksine ormanların devletin yanı sıra orman köylüsünün gözetim ve denetimi altında işletilmesiyle ormanların tahribinin önlendiği görüşünü savunmuşlardır. 

Kanun’un ormanların tahribine yol açtığı görüşünü savunanlar, bu görüşlerini destekleyecek verilerden yoksundurlar. Türkiye’de ilk orman varlığı haritasının 1926 yılında hazırlandığı gerçeğinden hareketle, Kanun’un yürürlüğe girdiği tarih ile yürürlükten kalktığı tarih arasında ülkemiz orman varlığında ne gibi değişim olduğuna dair tespitler yoktur.

Oysa asıl sorunun, Baltalık Kanunu uygulamasından değil, yeterli teknik eleman, memur ve en önemlisi para sıkıntısı nedeniyle Kanunun uygulanamamasından kaynaklandığını söylemek daha doğru olacaktır.

Baltalık Kanunuyla ilgili açıklamalarımızın daha iyi anlaşılması için;

Önce, Osmanlı Devletindeki ormanlarla ilgili mevzuatı özetlemek,

Sonra, Baltalık Kanunu maddelerini ve uygulamasını açıklamak,

Daha sonra, Cumhuriyet Dönemi ve günümüz uygulamalarına kısaca göz atmak yararlı olacaktır.

Böylece, Türkiye'de orman mevzuatı uygulaması hakkında da topluca fikir sahibi olan okuyucu, Baltalık Kanunu hakkında edindiği bilgileri daha iyi özümseyecek ve değerlendirecektir.

2)Osmanlı Devletinde Ormanlarla İlgili Düzenlemeler:

Osmanlı Devletinde 1858 yılına kadar, ormanlarla ilgili düzenlemeler; emirnameler, fermanlar gibi irade-i seniyye mahiyetindeki metinlerde yer almıştır. Bu düzenlemeler, esas itibarıyla ormanların korunmasına ve işletilmesine yönelik olmaktan çok, donanmanın, tophanenin ve askeriyenin kereste ve odun ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Bu kapsamda, ormanlarla ilgili olarak, bilhassa Dersaadet’in yakacak ihtiyacının ve vakıf hastanelerinin gelir ihtiyacının teminine yönelik düzenlemeleri sayabiliriz. Miri ormanların, yani devlete ait ormanların, bir kısmı, devletin ihtiyacı için kullanıldığından kısmen de olsa korunmuştur. Bunların dışında hiç kimsenin mülkiyetinde olamayan ormanlar, günümüzün tabiriyle devletin hüküm ve tasarrufu altındaki ormanlar “Cibal-i Mübaha” olarak herkesin kullanımına açık tutulmuştur. Bu tür ormanlardan tarla açmak için izin gerekmediği gibi vergi hasılatının artması için orman alanlarının tarım alanına dönüştürülmesinin teşvik edildiği bile söylenebilir. Zamanın teknik imkanları ve nüfus yoğunluğu dikkate alındığında bu uygulamanın orman tahribine yol açtığını söylemek zordur. Arazi Kanunnamesiyle baltalık tabir edilen koru ve ormanların kesimi ve korunması münhasıran yöre halkına verildiğinden, ormanlar yöre halkı tarafından sahiplenilip korunmuştur.

1838 Tanzimat Fermanının ilanı sonrası mülkiyet hakkının korunmasına yönelik bazı düzenlemelere gidilmiş, bu arada milli servet olan ormanların korunmasıyla ilgili ilave düzenlemeler yapılmak ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesinde ormanların ve baltalıkların işletilmesine ve korunmasına yönelik hükümlere de yer verilmiştir. Arazi Kanunnamesi bir yandan mülkiyet hakkının korunmasına yönelik hükümler getirirken diğer taraftan tapusuz (ba tapu) yerlere tapu verilmesi uygulamasının önünü açmıştır. Bu kapsamda, bazı üst kademe devlet görevlilerinin ve fırsatçıların kendi lehlerine tapu çıkardıklarını, orman kapsamında olan yerlerin bir bölümünü kendi tapuları içine aldıklarını görmekteyiz. Hangi devlet erkanının bu yolla ne kadar tapu edindiğine yönelik kapsamlı bir çalışmaya rastlamadıysak da Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın (Koca Reşit Paşa) İstanbul ve civarında çok geniş orman ve tarım arazileri edindiğini biliyoruz.

Arazi Kanunnamesi orman tapusu ile arazi tapusu ayırımı yapmadığından, uygulamada orman alanlarının araziye ilişkin kanun hükümleri kapsamında değerlendirilip tapuya bağlandığını görmekteyiz. Bu yazının amacı, Arazi Kanunnamesi hükümlerini incelemek olmadığından bu konuda daha fazla detaya girmiyoruz. Ancak şunu söylemeliyiz ki, Arazi Kanunnamesi mülkiyet hakkının korunmasına yönelik hükümler getirirken ormanların korunmasında yetersiz kalmıştır. 1870 yılında çıkarılan Orman Nizamnamesiyle, yeni bir anlayışla, orman mevzuatı yeniden düzenlenmiştir. Orman Nizamnamesinden de beklenilen sonucun alındığını söylemek mümkün değildir.

Orman Nizamnamesinde ormanlar; miri ormanlar, vakıflara ait ormanlar, kasaba ve köylere mahsus baltalıklar ve şahıslara ait ormanlar olarak dört kısımda tanımlanmıştır.

Orman Nizamnamesine göre; köylünün zorunlu ihtiyacı olan ev, ambar, ağıl, kümes gibi binaları inşa etmek, zirai alet, araba, odun, kömür, kereste ve benzeri ihtiyaçları için ormandan kesim yapmak ücretsiz olmakla birlikte izne tabidir.

II. Meşrutiyet döneminde, 1917 yılında “Ormanların Usul-i İdaresi ve Fenniyeleri Hakkında Kanun” ile yeni düzenlemelerin yapıldığını görüyoruz.

Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında buharlı makine teknolojisinin gelişmesiyle birlikte demiryolları inşaatında kullanılacak traverslerin ve telgraf direği temini için ormanlardan aşırı ağaç kesimi orman varlığının azalmasında önemli etkenler olmuştur. Trakya ve Anadolu’daki yüz yıllık meşe ağaçları travers yapımında kullanılmak için kesilmiştir. Sağlamlığından hiç bir şey kaybetmemiş olan bu traversler günümüzde Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğünce çevre düzenlemesi işlerinde kullanılmak üzere belediyelere ve vatandaşlara satılmaktadır. Daha sonraki yıllarda, şimendifer kazanlarında yakıt olarak kullanmak üzere ormanlardan ağaç kesimi ülkemiz orman varlığını olumsuz yönde etkilemiştir.

(1853-1856) Kırım Harbi, (1877-1878) 93 Harbi, (1912-1913) Balkan Harbi badireleri ile mali dengesi tamamen bozulmuş Osmanlı Devleti, bütçe gelirleri tahsilatının önemli bir bölümünü Duyun-u Umumiye İdaresine devretmek zorunda kalmıştır. Durum böyle iken, Osmanlı Devleti girdiği Birinci Dünya Harbinden de mağlup olarak çıkmıştır. Savaş sonrası orduları dağıtılmış devlete, çok ağır şartlar taşıyan Sevr Anlaşması imzalatılmıştır. Bu dönemde Devletin elindeki en önemli milli servet ormanlardır.

3) 11.10.1920 Tarihli ve 39 sayılı Baltalık Kanunu ve Uygulaması:

Yukarıda da belirtildiği üzere, Osmanlı Devletinin son yıllarındaki sonu gelmeyen savaşlar ülkenin ekonomisini adeta yok etmiş, ülke insanını bezgin hale getirmiştir. Bu durumu Atatürk nutkunda gayet net açıklamıştır. Çok zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren Anadolu insanı Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde Kurtuluş Savaşı vermek zorundaydı. Bu savaşın kazanılması için halkın savaşa gönüllü katılımının sağlanması gerekecektir. Bu ortamda halk, her türlü siyasi yapılanmaya ve liderinin söylediklerine temkinli yaklaşmaktadır.

TBMM, halkın ve devletin tükenmişliğini daha da arttıracak tedbirlere başvurmadan ölüm kalım savaşını başarmanın mümkün olmadığını görmekte ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda meclis üyesi pek çok kişide tereddütler vardı.

Mustafa Kemal Paşa’nın, TBMM’nin yetkilerini üç ay süreyle kullanmak şartıyla, başkomutanlığı üstlenmeyi kabul edeceğine dair önergenin 5 Ağustos 1921 gün ve 144 sayılı Kanunun kabulü sonrası Paşa, başkomutanlık görevine başladıktan iki gün sonra, başkomutan olarak, 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde, Tekalif-i Milliye emirlerini yayımlamıştır. Bu emirler Kurtuluş Savaşının hangi şartlar altında verildiğini çok net göstermektedir.

TBMM hükümeti, Osmanlı Devletinden her şeyi ile tükenmiş mali yapıyı devralmış, Kurtuluş Savaşı boyunca da bu yapıyı değiştirmeye yönelik düzenlemeleri savaş sonrasına ertelemiştir. Baltalık Kanunu, devletin ve milletin her bakımdan tükendiği, olağan üstü dönemde kabul edilmiştir. Kanunla, orman köylüsünün bir nebze olsun nefes almasını sağlamak, devletin ve ordunun acil yakacak ihtiyacının karşılaması amaçlanmıştır. Bu bakımdan, Kanunun sadece orman köyleri için çıkarıldığını söylemek doğru olmaz.

Baltalık Kanunu’nun bazı önemli maddeleri hakkında bilgi verirsek:

Madde 1

Baltalık Kanunu’nun getirdiği imkanlardan ormanlara bitişik veya en fazla yirmi kilometre mesafedeki köyler halkı istifade edecektir. Vakıflara ait ormanlar bu kanun kapsamında değildir. Her bir haneye en fazla on sekiz dönüm gelecek kadar baltalık verilecektir. Dağıtım, kesim ve mahalli mühendis ve tapu memurlarının denetiminde yapılacak olup köy ihtiyar heyeti ormanların korunmasından doğrudan sorumlu olacaktır. Kanuna göre ormanlar köy tüzel kişiliği namına tapuya kaydedilecek ve kullanımı köy ihtiyar heyetinin nezaret ve mesuliyeti altında köy halkına ait olacaktır. Köy tüzel kişiliğine verilen hak, kullanım hakkı değil mülkiyet hakkıdır.

Ormana 20 kilometre mesafeden uzak köyler halkının Baltalık Kanunuyla getirilen imkanlardan yararlanamayacak olması haksızlık olarak görülebilir. Bu konu TBMM’de de dile getirilmiştir. Ancak burada belli bir sınır getirilmemesi halinde ormanların tahribe uğrayacağı, köyler arasında ihtilaflar çıkacağı değerlendirilerek 20 kilometre mesafe şartı getirilmiştir. Buna rağmen uygulamada sıkıntılar yaşanmıştır. Orman içinde veya bitişiğinde yaşayan orman köylüsü kadimden beri istifade ettiği, adeta kendi malıymış gibi gördüğü ormanı paylaşmak istemeyecek bu durum kanundan amaçlanan sonucu ulaşmaya engel olacaktır. Böyle bir sınırlama getirilmesi uygun olmuştur. Tersi durumda, köyler arasında istenmeyen çatışmalar olması muhtemeldir.

Yukarıda da değindiğimiz üzere Baltalık Kanunuyla, bir taraftan harap ve bitap düşmüş orman köylüsünün cebine birkaç kuruş para girmesi, diğer taraftan Devletin acil ihtiyaç duyduğu yakacak odunun uygun şartlarla temini amaçlanmıştır. Unutulmamalıdır ki bu dönemde şimendiferlerin ihtiyaç duyduğu kömür madeni ocakları düşman işgali altındadır. Çalışabilecek durumda olan ocaklar ise yeterli işçi ve teknik ekip eksikliğinden dolayı çalıştırılamamaktadır.

Madde 2

Köyler civarındaki ormanların, şahısların mülkiyetinde bulunmasından dolayı, yeterli baltalık ayrılması mümkün olmazsa civardaki şahıslara ait ormanlar takdir edilecek kıymeti üzerinden satın alınacak veya istimlak edilecek, istimlak bedeli köylü tarafından peşin ödenecek ve orman köy namına tapulanacaktır. Köylü parayı temin edemezse T.C. Ziraat Bankasından kredi kullandırılacaktır. Bedeli düşük gören orman sahiplerinin mahkemeye müracaat hakları olacaktır.

Bu maddenin uygulanması için yeterli kaynak bulunamadığından kanun uygulaması eksik kalmış veya hiç uygulanamamıştır.

Madde 3

Köy civarındaki şahıslara ait ormanların mülkiyeti ihtilaflı ise takdir edilen bedel ileride belirlenecek tarafa ödenmek üzere Ziraat Bankasına depo edilecektir.

Madde 4

Elinde resmi izin olmayan hiç kimse devlet ormanlarına giremeyecek ve hayvan sokmayacaktır.

Madde 5

Birinci ve ikinci maddelere göre baltalığa sahip olan köy ahalisinin ormandan keserek satacakları orman mahsullerinin satışı her türlü vergiden muaf olacaktır. Köy ihtiyar heyetinin kararıyla, köyün imarı için gerekli para, üretilen kereste ve odunun bir kısmı köy ihtiyar heyetince satılıp köyün imarında kullanılmak üzere köy tüzel kişiliği namına Ziraat Bankasına yatırılacaktır.

6,7,8 ve 9. Maddeler Orman Nizamnamesinin uygulamasıyla ilgilidir.

4)Genel Değerlendirme ve Baltalık Kanunu Sonrası Ormancılık Politikasıyla İlgili Bazı Önemli Düzenlemeler:

Baltalık Kanunu uygulamasından beklenen amacın tam olarak gerçekleştiği söylenemese de, köy İhtiyar heyetine tanınan yetkiler dikkate alındığında, kanun uygulamasında halkın katılımının ön plana çıkarıldığını söylemek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında; halka doğru gitmek isteyen, halka yukarıdan bakan hükümet yerine halkın yanında ve onun katılımının önemini kavramış bir hükümetin iş başında olduğu gösterilmek istenmiştir. Meclisteki müzakereler sırasında bir taraftan ormanların korunmasının önemi vurgulanırken diğer taraftan halkın ihtiyaçlarının göz ardı edilmeden, halkın katılımıyla uygulamanın yapılması için tedbirler alınmasının önemi milletvekillerince sıklıkla dile getirilmiştir.

Mustafa Kemal Paşa imzasıyla TBMM ne sunulan tezkerede“ Köylülere hakkı kanunilerinden daha serbest istifade fırsatını vermek ve miri ormanların muhafaza ve inzibatını temin etmek üzere mücavir köylerle ahalisi odunculuk ve kömürcülük ile geçinen köylere baltalık tefrik ve tahdidine dair Umuru İktisadiye Vekaletince tanzim kılınan kanun lahiyası ve esbabı mucibe mazbatası Heyeti Vekilenin 22 Eylül 1920 tarihindeki içtimaında ladelmutalaa tasvip edilmiş ve ilişikte takdim edilmiş olmakla ifayı muktezasını rica ederim.” denilerek Orman Kanununun çıkarılma gerekçesinin ana fikri açıklanmıştır.

Baltalık Kanunuyla ilgili olarak olumlu olumsuz çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Biz bu yazımızla, Baltalık Kanunu hakkında geniş çaplı bilgi vermekten ziyade bir dönemde uygulanmış ve tartışma konusu olmuş hususlara tekrar değinmek ve kendi görüşlerimizi de ekleyerek, olaya yeniden ışık tutmak istedik.

Baltalık Kanunundan sonra 26 Mart 1921 tarih ve 109 sayılı “Resmi Dairelere ve Fakir Halka Dağıtılacak Yakacak ve Askeri Kurumların İhtiyaç Duyduğu Telgraf ve Telefon Direkleri ve Yakacak Odunun Müzayede Olmadan Tarife Bedeli Üzerinden Verilmesi Hakkında Kanun” ile 31 Ekim 1921 tarih ve 161 sayılı“Düşman Tarafından Tahrip ve Yağma Edilen Kasabalar ve Köy Halkının Devlet Ormanlarından Kesim Yapması Hakkında Kanun” yayımlandı.

1937 Yılında kabul edilen 3116 sayılı Orman Kanunuyla ormancılık alanında yeni bir döneme geçilmiştir. 3116 sayılı Kanun, ormanların tamamının devlet mülkiyetinde olması halinde daha iyi korunacağı fikrinden hareketle hazırlanmıştır. Bu kanun 1956 yılında kabul edilen 6831 sayılı Orman Kanununa temel oluşturmuştur. Ancak, 1945 yılına kadar devletleştirme uygulaması yoktur.

1945 yılında kabul edilen 4785 sayılı Kanunla; vakıflara, köy tüzel kişilerine, özel ve tüzel kişilere ait bütün ormanlar bir gecede devletin mülkiyetine geçirilmiştir. Bu kanun halen yürürlükte olup Anayasa Mahkemesi, Kanun’un iptali için yapılan başvuruları reddetmiştir. 1950 yılında kabul edilen 5658 sayılı Kanunla devletleştirilen ormanların bir kısmı eski sahiplerine iade edildiyse de köylere ve köyler halkının sahibi olduğu özel ormanların iadesi çeşitli nedenlerle gerçekleşmemiştir. Bunun nedenlerine, bu yazının konusu olmadığından, girmiyoruz. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Devletleştirilen ormanlar, Devlet tarafından maalesef korunmamış veya korunamamıştır. Günümüz 2B uygulaması bu görüşümüzü destekleyen en önemli olgudur. Bu konuya ileride değineceğiz.

1961 Anayasası’nın 131.Maddesinde 1970 yılında yapılan değişiklikle, Anayasa’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvalık, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar bulunan topraklarla şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerin orman sınırları dışına çıkarılmasına imkan tanınmıştır. 1961 Anayasasında yapılan bu değişikliğe paralel olarak, 1973 yılında 1744 Sayılı Kanunla 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B Maddesinde değişiklik yapılmış ve 15.10. 1961 gününden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerin orman dışına çıkarılması mümkün hale gelmiştir. 1961 Anayasasının orman dışına çıkarmaya ilişkin hükümlerine, 1982 Anayasasının 169 ve 170. Maddelerinde yer verilerek; bu defa 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybeden yerlerin orman sınırları dışına çıkarılması esası getirilmiştir.

Yapılan değişiklikler sonrası, Anayasa ve kanunlar bilim ve fen bakımından orman vasfını kaybetmiş yerlerin orman sınırları dışına çıkarılmasına imkan verdiyse de, bu yerlerin satılıp satılmayacağına dair net bir hüküm getirmemiştir. 2003 yılında, Anayasanın 169 ve 170. Maddelerinde değişiklik yapılarak orman dışına çıkarılan yerlerin (2B) satışına imkan tanınmıştır. Ancak bu değişiklikler, tekrar görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca TBMM’ye geri gönderildiğinden kanunlaşmamıştır. Mevcut yönetim bu konuda bir süre ısrarlı olmamıştır.

Zaman içinde, bilhassa, büyük şehirlerin çeperinde yer alan ormanlar işgale uğramış, geri dönülemez aşamaya gelen işgal olgusunu veri kabul eden iktidar ve muhalefet oylarıyla 2012 yılında kabul edilen 6292 sayılı Kanunla (Halk arasında 2 B Kanunu olarak anılır) orman dışına çıkarılan yerlerin hak sahibini tespit edip satışını sağlanmıştır. Satışlar halen devam etmektedir. Bu Kanunun Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde herhangi bir dava açıldığını duymadık. Bu yasa gerekli miydi? Evet, bize göre de gerekliydi. Zira, orman tapusu kapsamındaki yerlerin üzerinde, yıllardır çarpık yapılaşan mahalleler ve ilçeler halkının mülkiyet sorununun çözülerek bu yerlerin imar planlarının yapılması şart olmuştu.

1744, 2896 ve 3302 sayılı Kanunlarla orman sınırı dışına çıkarılan, evveliyatı itibarıyla tapulu olan, bedel ödenmeden 4785 sayılı Kanunla devletleştirilen yerlerin eski sahiplerine (sahip-i evvellerine) iadesi mümkündü. 6292 sayılı Kanunda, evveliyatı itibarıyla tapulu olup da 4785 sayılı Kanunla veya benzer şekilde bedel ödenmeksizin devlet ormanı olarak devletleştirilen daha sonra orman dışına çıkarılan şahıslara ait yerlerin iadesine ilişkin hüküm 6292 sayılı Kanunda yer almamıştır. Bu neviden taşınmazların eski sahipleri kendi taşınmazlarını devletten yıllar sonra satın almak zorunda kalmışlardır. Sadece, tapuları mahkeme kararı ile iptal kişilere, kanunun yayımı tarihinden itibaren iki yıl içinde müracaat etmeleri şartıyla, eski tapuları bedelsiz iade olunacaktır.

1987 yılında 3373 sayılı Kanunla, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında yatay alanın yüzde altısını (% 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapımına izin verilmiştir.

2018 yılında kabul edilen 7139 sayılı kanunla Orman Kanununa eklenen Ek:16. Madde ile, yerleşim yeri oluşturulması uygun olan taşlık, kayalık, verimsiz ve fiilen orman vasfı taşımayan alanların, Cumhurbaşkanı Kararıyla orman dışına çıkarılarak, Hazine adına tescil edilmesi, satışı ve kat karşılığı verilmesi imkanı getirilmiştir. Bu Kanun uygulamasıyla pek çok yerin imara açılarak satışı yapılmış ve halen yapılmaktadır.

Bu uygulamalar da, daha iyi koruma için. Devletin mülkiyetine geçirilen ormanların daha iyi korunmadığını, aksine ormanların bizzat devlet tarafından çeşitli amaçlarla imara açıldığını göstermektedir. 

20 Temmuz 2024 Cumartesi

KARADENİZ DE ÇAKMAK HATTI


KARADENİZ, KARABURUN SAHİLİNDEKİ ÇAKMAK HATTI 

 2. Dünya Harbi öncesi büyük masraflarla inşa edilen Çakmak Hattı, İstanbul Karadeniz sahilinden başlayıp Büyükçekmeçe'ye kadar ulaşır. Bu hattın Karadeniz kıyısındaki koruganlarından bazılarının resimlerini ekliyorum. Bu hattın yapımıyla ilgili bilgilere, internet aracılığı ile ulaşılabilir.

ANCAK; araştırmacılar Terkos (Durusu) gölünün Karadeniz bandında denize 50 metre mesafedeki bu koruganları görüntülememişlerdir. bu koruganlar diğerlerine göre daha iyi korunmuştur. "majino hattı" gibi tarihi öneme sahip bu hattın iyi bir çekimle tüm halkımıza gösterilmesi lazımdır.






                

                              KARABURUN SAHİLİNDEKİ KORUGANLARIN RESİMLERİ 

6 Haziran 2023 Salı

TAYAKADIN KÖYÜ ORMANI'NIN HAZİN HİKAYESİNE İLİŞKİN RAPOR ve KÖYDEN GÖRÜNTÜLER

 Tayakadın köyü halkının,   1932 yılında satın aldıkları tapulu ormanlarının ve arazilerinin devletçe nasıl ellerinden alındığına dair bilgileri içeren, raporu ve bu rapora konu tapu kaydını sunuyorum. 1940 yılından beri köylülerin yaşadığı ve halen de yaşamakta olduğu haksız uygulama ile ilgili bilgilere aşağıda yer verilmektedir.

Orman Bakanlığı memurlarınca 1970 yılında yazılan aşağıda yer lan Raporda, yukarıda sözünü ettiğimiz olayın mahiyeti açık olarak yer aldığından ilave  yoruma ihtiyaç yok. 

Yeni nesiller, dedelerinin bin bir zorlukla edindiği Tayakadın Ormanın ve tarlaların halkın elinden nasıl ellerinden alındığını maalesef bilmiyorlar ve araştırmıyorlar. Ben inanıyorum ki,  konu derinlemesine araştırıldığında akademik bir makaleye de konu olabilecek mahiyettedir. Belge ve bilgilere Devlet arşivinden ve mahkeme arşivlerinden ulaşılabilir. 

Bu konuda biraz bilgi vereyim:

1945 yılında yayınlanan, Orman Kanununda değişiklik yapan  ve 4785 sayılı Kanunla tüm ormanlar bir gecede devletleştirilmiştir. Bu günden geriye bakınca,  bunun isabetli bir karar olup olmadığı hususu tekrar tartışılmalıdır. Bize göre, oran olarak toplam orman varlığımız içinde önemli bir payı olmayan özel ormanların devletleştirilmesi isabetli olmamıştır. Neden mi? Bu sorunun cevabını bulmak için 1945 yılından beri bu konudaki uygulamaları, mahkeme kararlarını, diğer mevzuatı ve ormanı devletleştirilen kişilerin durumunu birlikte ele alıp inceledikten sonra sonuca varmak mümkündür. Biz burada konuya biraz kapı aralıyoruz. Bu konuyu akademik olarak incelemeyi düşünenlere elimizdeki bilgi ve belgelerle yardımcı olacağımızı ifade ederiz.

Şunu da ekleyeyim: Bu gün  devletleştirilen Tayakadın Ormanından geriye yüzde on bile orman kalmamıştır. Ben inanıyorum ki devletleştirilmeseydi bugün ormanın tamamı ayakta olurdu. 

Kaldı ki, devletleştirme kapsamındaki ormanların bir bölümü daha sonra sahiplerine iade edilmiştir. Büyük orman sahipleri ormanlarını tekrar geri alabilmişlerdir.  Ancak, hisseli mülkiyetle orman sahibi olan orman köylüsü ile küçük orman sahipleri,  bu konuda devlet nezdinde yeterli girişimlerde bulunamadıklarından ve güçleri yetmediğinden bu imkandan yararlanamamışlardır.

TAYAKADIN KÖYÜ ORMANINDAN DEVLETLEŞTİRME SONRASI, 1970 YILINDA YAPILAN KADATRO TESPİTLERİNDE, ORMAN TAHDİDİ DIŞINDA KALAN ARAZİLER  MALİYE HAZİNESİ ADINA TESPİT EDİLMİŞTİR. 1932 YILINDA 20.000 TL BEDELLE KÖYLÜLERCE SATIN ALINAN ARAZİNİN TAMAMI MAALESEF MALİYE HAZİNESİ ADINA TAPUYA KAYDEDİLMİŞTİR. KÖYLÜLERLE HAZİNE ARASINDA 15 YIL SÜREN MAHKEME SÜRECİ SONRASI DAVA KONUSU OLAN PARSELLERİN TAMAMININ HAZİNE ADINA OLAN TAPU KAYITLARI  İPTAL EDİLİP ESKİ TAPU SAHİPLERİ ADINA TESCİL EDİLMİŞTİR. ANCAK, AVUKAT HATASI NEDENİYLE DAVA DİLEKÇESİNDE PARSEL NUMARASI YAZILMAYAN 200 KADAR TAŞINMAZ HAZİNE ÜZERİNDE KALMIŞTIR.  BU TAŞINMAZLAR HALEN  2B ARAZİSİ OLARAK MALİYE HAZİNESİ ADINA KAYITLIDIR. 10 YILLIK ZAMANAŞIMI SÜRESİ DOLDUĞUNDAN BU TAŞINMAZLAR İÇİN TAPU İPTAL DAVASI AÇILAMAMAKTADIR. 

BU KONUYA İLİŞKİN OLARAK  TAPULAMA TUTANAĞINDA YER ALAN BİLGİLER HER ŞEYİ AÇIKLAMAKTA OLDUĞUNDAN AŞAĞIDA YER VERİLMİŞTİR.




TAYAKADIN KÖYÜ'NDEN BAZI GÖRÜNTÜLER VE RAPOR AŞAĞIDA VERİLMEKTEDİR:








                                        TAYAKADIN KÖYÜ'NDEN BAZI GÖRÜNTÜLER 






                            1970 YILINDA YAZILAN RAPORDA YER ALAN TESPİTLER 

12 Haziran 2022 Pazar

 


OSMANLI'DA TOPRAK MÜLKİYETİ

1)BAŞLARKEN

Seçtiğim konu başlığının çok iddialı olduğunu baştan belirtmeliyim. Bu başlık altındaki konu birkaç cilt kitaba sığar. Bu konuda ciltler dolusu kitap da zaten yazılmıştır. Biz bu yazımızda konuya ilgi duyanlara bazı özet bilgiler verip, konu hakkındaki görüşlerimizi kısaca paylaşmak istedik. Daha detaylı bilgi edinmek isteyenler bu konudaki kitaplara ve makalelere rahatlıkla ulaşabilirler. Bazı yayınları yazımızın sonuna ekleyeceğiz. Yazımızda, Osmanlı toprak rejiminin hukuki yönünü ele alacağız. Konunun ekonomik, sosyal, kültürel yönlerine fazlaca değinmeyeceğiz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı toprak rejimini de aynen devralmıştır. Yeni Cumhuriyet Türk Medeni Kanunu, Tapu Kanunu, Orman Kanunu ve Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu kabulü ile yeni bir arazi (toprak) rejimine geçilmiştir. Ancak Osmanlı Devleti döneminden gelen kazanılmış haklar korunmuştur ve halen de korunmaktadır. Diğer bir ifadeyle; Cumhuriyet hükümetleri, mülkiyet hakkı bağlamında, geçmişte kazanılmış hakları yok saymamıştır.

Günümüzde geniş anlamda devlete (kamu) ait arazilerin tabi olduğu hukuk ile özel mülkiyete ait arazilerin tabi olduğu hukuk arasındaki benzerliklerin veya farkların iyi anlaşılması önem arz eder. Bunun yanında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içindeki devletin özel mülkiyetindeki arazilerin (Maliye Hazinesi adına tapulu yerler) tabi olduğu hukuki rejimi incelerken veya oluştururken, bu arazilerin Osmanlı Devletinden devir alındığı gerçeğinden hareketle, Osmanlı arazi rejimini iyi anlamak, tanımak lazımdır. Bu yazının kaleme alınış gayesi de biraz olsun bu konuya ışık tutmaktır.

Osmanlı'da orman mülkiyeti-arazi mülkiyeti ayrımı olmadığından arazi mülkiyetiyle ilgili olarak verdiğimiz bilgiler orman mülkiyeti için de geçerlidir. Diğer bir ifadeyle orman mülkiyetini düzenleyen özel kanun yoktur diyebiliriz.

 

2) MİRİ ARAZİ REJİMİ VE TIMAR(DİRLİK) SİSTEMİ.

2.1. MİRİ ARAZİ (Osmanlı Devletinde Hazineye Ait Arazi) REJİMİ: Miri arazi rejimi önceden belirlenmiş bir rejim olmayıp zaman içinde ihtiyaçların belirleyip geliştirdiği bir rejimdir. Miri arazinin yönetimi katı kalıplara bağlanmamış, ihtiyaçlara göre şekillendirilmiştir. Fetih sonrası oluşan miri araziler devlete ait olmakla birlikte fethedilen yerlerin halkının miri arazileri kullanma hakları korumuştur. Fethedilen toprakların yeniden yazımı yapılarak bu haklar yeniden belirlenmiştir. Kanuni devrinin meşhur şeyhülislamı Ebussuud Efendi araziye ilişkin kaideleri bir araya getirerek mülk ve miri arazinin hukuki rejimini “Maruzat-ı Ebessuud” adında bir külliyatta toplamıştır.

II. Selim devrinin defterdarı Mehmet Çelebi (1476-1566) padişahın emriyle mali mevzuatı ve mülkiyeti düzenleyen mevzuatı külliyat halinde yeniden toplamıştır.

Esasen, miri arazi hukukunun temelini padişah fermanları, emirler, fetvalar ve mahkeme kararları oluşturur. Bu konuda çıkarılmış özel bir mevzuat yoktur.

2.2. TIMAR SİSTEMİ (DİRLİK TEŞKİLATI)

Tımar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin esasını oluşturur. Dirlik veya tımar miri arazinin belli bir kısmının yıllık gelirinin belli bir oranının belli hizmet karşılığı kişilere tahsis edilmesidir. Bunlar savaşta yararlılık göstermiş kumandanlar, devletin üst kademelerine gelmiş memurlar olabilir. Tımar sahibi arazinin mülkiyetine değil, gelirine sahip olur. Diğer bir anlatımla tımar, miri araziyi kullananlardan kullanım karşılığı alınacak bedelin hizmet karşılığı kişilere tahsis edilmesidir, buna bir çeşit ademi tahsis prensibi de diyebiliriz. Bu sistemin Osmanlı’dan önce Araplarda ve Bizans’da da var olduğuna dair bilgiler vardır.

2.2. 1)DEVLETİN TIMAR (DİRLİK) SİSTEMİNE TABİ ARAZİ ÜZERİNDEKİ HAKKININ KAPSAMI

Miri araziyi, rekabesi (kuru mülkiyeti) devlete, tasarruf hakkının şahıslara ait arazi olarak da tarif edebiliriz. Devlet, miri arazi üzerindeki mülkiyet hakkını padişah (hükümdar) eliyle kullanır. Padişahın bu araziler üzerindeki hakkı sınırsızdır. Padişah hem devlet kudretinin sahibi olarak, hem de arazinin mülkiyetinin sahibi olarak miri arazileri yönetir.

2.2.2 Tımar (Dirlik) sahibinin Devlet ile olan İlişkisi ve Hukuki Durumu

Tımar sahibinin, kendisine tevcih edilen (tahsis) miri arazinin mülkiyeti üzerinde hak sahibi olmadığını, sadece arazi üzerinden alınacak gelirin bir bölümü üzerinde hak sahibi olduğunu belirtmiş idik. Tımar sahibi sipahi, kendisine tevcih edilen arazilerden toplayacağı gelirin bir bölümünü kendisine ayırır kalan kısım ile asker besleme ve kendisine verilen diğer görevleri yerine getirir. Tımar sahibi kendisine verilen görevleri yerine getiremez ise azledilir ve tımar arazisinin tahsisi kaldırılır.

2.2.3 Tımar (Dirlik) Sahibi ile Reaya Arasındaki İlişki

Tımar sahibi sipahi, mülkiyeti Devlete ait araziyi devlet adına reaya (halk) arasında dağıtır. Sipahi reayadan devlet adına gelir toplarlarken devlet otoritesini kullanır. Diğer bir anlatımla, sipahi devletin temsilcisi sıfatıyla devletin egemenlik hakkına dayanarak reayadan gelir (vergi) toplar. Devlet otoritesini kullanan sipahi keyfi davranamaz, sipahi yönetiminde devlet hakkaniyetini gözetmek zorundadır.

Çift akçesi ve öşür bu gelirlerin en önemlileridir. 

2.2.4) Tımarların (dirliklerin) çeşitleri:

a) Mülk olup olmadığına göre:

aa)Mülk Tımarlar: Mülk olarak verildiği için sahibinin ölümü halinde mirasçılarına intikal eder.

bb) Mülk Olmayan Tımarlar: Hizmet mukabili verilen tımarlardır. Osmanlı tımarlarının çoğu bu tip tımarlardır.

b) Tımar Arazisinin Gelirine Göre:

a) Has: Senelik geliri 100.000 akçeden fazla olan tımarlara denir. Yüksek kademedeki kişilere verilir. Şehzade, vezir, beylerbeyi gibi.

b) Zeamet: Senelik geliri 20.000 ila 99.999 akçe olanlar.

c) Tımar:Senelik geliri 19.999 akçeye kadar olanlara tımar adı verilir. Bir kimsenin uhdesinde birden fazla tımar mevcut ise bunlar birleştirilerek zeamet’e dönüştürülebilir. Ancak zeamet tımarlara ayrılamaz. Cephede ölen tımar sahibinin oğluna daha büyük tımar verilir. Yatakta ölen tımar sahibinin oğluna mevcut tımar devredilir.

c) Tımar Sahiplerinin Gördükleri İşlere Göre: Eşkinci Tımarları, Hademe Tımarları,

d) Veriliş Şekline Göre:

aa) Tezkereli Tımarlar: Başkent’ten verilen tımarlar

bb) Tezkeresiz Tımarlar: Beylerbeyinin Verdiği Tımarlar

Osmanlı Devleti’nde yurtluk ve ocaklık olarak isimlendirilen tımarlar da vardır ki bunlar, kalelerin korunması, bazı kasabaların memurlarının maaşlarının karşılanması, sınır bölgelerinin ani baskınlardan korunması için kişilere verilirler. Bu tımarlar, tımar sahiplerinin mirasçılarına intikal eder.

 

 

3)TIMAR(DİRLİK) SİSTEMİNİN BOZULMASI VE KALDIRILMASI

 Tımar sistemi Kanuni devrinden sonra bozulma yoluna girmiştir. Tımar sahipleri üst makamlara yaranmak için hediye verme yarışına girmişler bu durum giderek tımarların rüşvetle dağıtımına sebep olmuştur. Bu bozulmayı önlemeye yönelik gayretler de yeterli olmamış, bir taraftan tımar sahiplerinin tutumları diğer taraftan iltizam usulünün ihdası sonrası mültezimlerin baskıları tımar sistemini amacından tamamen uzaklaştırmıştır. Zaman içinde tımarlar eğil kimselere değil, en çok geliri getireceğini taahhüt eden mültezimlere verildiği için sistem çalışmaz hale gelmiştir. Bu durumdan en fazla zararı arazileri işleyen reaya (halk) görmüştür. 1584 yılında Özdemiroğlu Osman Paşa’nın 300 akçe karşılığında yabancılara tımar vermeye başlamasıyla sistem tamamen bozulmuştur.

4) MİRİ ARAZİNİN TASARRUFU

4.1. Genel Bilgiler:

Miri Arazinin Tasarrufu konusunu açıklamadan önce miri arazi ile ilgili yukarıda verdiğimiz bilgileri tekrarlarsak;

Osmanlı Devleti topraklarının büyük kısmı devletindir. Miri arazinin rekabesi (çıplak mülkiyeti) devlete kalmak üzere bu arazilerin kullanımı bir bedel (tapu) mukabili şahıslara veya köy tüzel kişiliğine bırakılabilir. Kullanım hakkının devri devletin yetkili memurları tarafından yapılmaktadır. Bu uygulamayı devlete ait arazilerin kullanım hakkının süresiz olarak bir bedel mukabili kişilere bırakılması olarak da tarif edebiliriz. İşletilmek üzere bir bedel mukabili reaya’nın (şahısların) kullanımına bırakılan bu araziler üzerinde köylülerin süresiz kullanım hakkı vardır ve ölüm halinde bu hak mirasçılara da geçer.

Osmanlı Devleti fethettiği toprakların mülkiyetinin devlete (Beytülmal, Maliye Hazinesi), tasarruf hakkının da padişaha ait olduğunu kabul etmiştir. Fethedilen toprakları kullananların tasarruf şekline dokunulmamıştır. Fethedilen toprakların bir kısmının geliri savaşta yararlık gösteren komutanlara devredilmiştir. Tasarruf hakkı ahaliye tefviz edilen (bırakılan) arazilerin gelirleri askeri hizmet karşılığı belli kişilere devredilerek dirlik (tımar) sistemi oluşturulmuştur. Bu oluşumların hukuku padişah iradesiyle belirlenmeye çalışılmış, bağımsız bir arazi hukuku oluşmamıştır. İlerleyen zamanda bu konuda başkaca düzenlemeler yapılmıştır. 

Bu genel açıklamalardan sonra miri arazinin mutasarrıfı (kullanıcısı) ile devlet arasındaki hukuki duruma daha yakından bakarsak;

1) Mutasarrıf miri araziyi satamaz, hibe edemez veya vasiyet edemez.

2)Miri arazi mutasarrıfın borcundan dolayı haczedilemez.

3)Miri arazi rehin edilemez.

4)Mutasarrıf Miri araziyi ölünceye kadar bakma şartıyla ferah edemez.

5) Mutasarrıf miri araziyi bedelli veya bedelsiz ferah edebilir.

Görüleceği üzere, Miri arazinin malikinden (sahibinden) değil, miri arazinin mutasarrufundan (kullanıncı) söz etmekteyiz. Bu hak süresizdir ve miras yoluyla gelecek nesillere aktarılabilir. Ancak, belli şartlara uyulmadığı takdirde bu hak devlet tarafından her zaman geri alınabilir. Osmanlı'da Padişah devletin mutlak sahibi kabul edildiğinden padişah iradesiyle bu hak her zaman geri alabilir. Bu hak günümüzdeki ‘irtifak hakkı’ na benzetilebilirse de, günümüze taşınmaz üzerinde kurulan ‘irtifak hakkı’ belli süreyi aşmadığından ve belli şartlara bağlı olarak tesis edildiğinden iptali söz konusu olduğunda  mahkeme kararı alınması gerekir. 

4.2) MİRİ ARAZİNİN FERAHI VE İNTİKALİ

Yukarıda Miri arazinin mutasarrıfı tarafından ferahının (devir ve temliki) mümkün olduğunu belirttik. Şimdi bu konuyu biraz daha açıklamak gerekir. “Ferah” tabirinin sözlükteki anlamı: “ bir işle iştigal etmeyi bırakıp boş kalmak” tır. Hukuktaki anlamı: Bir kimsenin bir şey üzerindeki tasarruf hakkını bir başkasına terk ve devir etmesidir. Osmanlı taşınmaz hukukunda miri arazi mutasarrıfının (kullanıcısının) arazi üzerindeki tasarruf hakkını, devletin yetkili memurunun ivazlı veya ivazsız olarak bir başkasına terk etmesidir. Burada tekraren belirtelim ki devredilen, arazinin mülkiyeti değil kullanım hakkıdır. Mülk arazideki devir ve temlik ise, mülk olan arazinin mülkiyetinin devrini ifade eder. Mülk arazinin satışı ile miri arazinin ferahının hukuki sonuçları farklıdır. Ferah muamelesi miri arazi üzerindeki kullanım hakkının devrini kapsar. Arazinin rekabesi (kuru mülkiyeti) devlette kalır. Bazı müellifler Ferah muamelesini kiracılık hakkının devri olarak görseler de buradaki devir kiracılık hakkının devrinden çok farklıdır. Buradaki ferah bir süreye bağlı değildir. Mutasarrıfın ölümü halinde kullanım hakkı mirasçılara geçer. Mutasarrıf miri araziyi ölünceye kadar bakma şartıyla devredemez. Mutasarrıf bu hakkı teminat olarak gösteremez ve bu hak borca karşılık haczedilemez.

Mutasarrıfın miri arazi üzerindeki tasarruf hakkı, ölümü halinde mirasçılarına intikal eder. Bu intikal mülk arazinin intikalinde olduğu gibi mutlak bir hak değildir.

Osmanlı Devletindeki arazi rejimini kısaca tanıttıktan sonra Osmanlı Devletinin yerine kurulan bir manada Osmanlı Devletinin varisi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı arazi rejimini de devralmıştır. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunundan tercüme edilerek kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile arazi ve mülkiyet hukuku yeni esaslara bağlanmıştır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Şahısların Osmanlı mevzuatıyla elde ettikleri kazanılmış mülkiyet haklarına dokunulmamış bu haklar aynen korunmuştur. 

Özetlersek: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasından sonra fethedilen toprakların kuru (çıplak) mülkiyeti, bazı istisnalar dışında, devlete aittir. Kazanılan toprakların bir kısmının kullanım hakkı tapu adı verilen bir bedel karşılığı kişilere verilmiştir. Padişahın miri araziden bir bölümünü özel mülk olarak bağışlayabilme veya bedeli mukabili satabilme yetkisi vardır. Miri arazi hukukunu düzenleyen belli bir hukuk metni yoktur. Çıkarılan fermanlar, emirler, fetvalar ve mahkeme kararları miri arazinin tabi olduğu hukuku oluşturur. Osmanlı'da 'Devlet Mülkü-Padişah Mülkü' ayrımı olmadığından, padişahlar kendi mülkleri saydıkları miri topraklar hakkında diledikleri gibi kaideler koyabilirler. Bu ormanlar için de aynen geçerlidir.

5)ARAZİ KANUNU’NUN KABULU VE YENİ DÜZEN

5.1 Arazi Kanununu ile Getirilen Yenilikler

Osmanlı Devletinde Mülkiyet Hukuku Alanında ilk esaslı düzenlemenin 1858 yılında kabul edilen Arazi Kanunu ile yapıldığını söyleyebiliriz.

Tanzimatın ilanıyla birlikte Osmanlı Devletinde başlatılan yenileşme hareketleri kapsamında yeni bir mülkiyet anlayışına geçilmesi için 1858 yılında Meclis-i Tanzimatta kabul edilen kanun projesi 1274 tarihli İrade-i Seniyye ile kanunlaşmıştır. Arazi Kanunu, dağınık halde bulunan ve örf ve adet hukukuna dayalı mevzuatı biraz olsun toparlamıştır. Ancak, Arazi Kanunu’nun kabulü ile günümüz arazi hukukuna yakın köklü yenilikler getirildiği düşünülmemelidir.

Osmanlı merkezî hükumeti toprağa ve topraktan gelen gelirlere ilişkin haklarını korumak için bir dizi reform gerçekleştirmişti. 1274/1858 Osmanlı Arazi kanunnamesi daha önceki bu yasal düzenlemeleri toprak sahipliği üzerine tek bir kapsamlı yasa içinde derledi. Kanunname pek çok açıdan, tarım arazilerinin devlet sahipliğinde olmasını devam ettirmeye ve aynı zamanda da fiilî üreticilerin toprak üzerindeki haklarını kuvvetlendirmeye çalışan klasik Osmanlı arazi sisteminin bir devamı niteliğindeydi diyebiliriz.

Arazi Kanunu, tımar ve zeamet sahiplerinin Tanzimatın ilanından sonra mültezim ve muhassılların verdikleri tasarruf senetlerinin, devletin resmi memurlarınca tanzim edilen tuğralı tapu senetleriyle değiştirilmesi esasını getirmiştir. Böylece miri arazi üzerinde bir çeşit ferdi mülkiyet esası getirilmiş olmaktadır. Arazinin intikalinde ve taksiminde eskiden olduğu gibi fıkıh hükümleri uygulanacaktır. Arazi kanununda düzenlenmeyen konular için eski umumi hükümlere müracaat edilecektir.

5.2. Arazi Kanunu Hakkındaki Bazı Görüşler:

Arazi Kanunnamesi'ne dair ilk kapsamlı inceleme Ömer Lütfi Barkan’dan gelmiştir. Barkan, Tanzimat’ın bir halk hareketi veya devrimci bir hareket olmadığının altını çizerek başladığı incelemesinin son bölümünde de, "bu kanuna enerjik ve inkılapçı bir ruh addedilemez, kanun esasen var olan hükümleri tensik etmiştir” görüşünü savunur.

Barkan ayrıca, Osmanlı arazi hukukunun 1858 kanunnamesinden sonra da gelişmeye devam ettiğinin altını çizer ve bu evrimin yönü konusunda da belirli notlar düşer. Örneğin miri arazi üzerindeki miras hakkı olan hak-ı intikal, bu süreçte gitgide daha çok mülk arazideki miras hakkına yaklaşmıştır. Arazi Kanunnamesi ise miri ve mülk ayrımını sürdürmekle birlikte miri hukuka ilişkin hükümleri mülk hukukuna iyice yaklaştırmıştır. Bu, örfi hukukun aleyhine ve şer‘î hukukun lehine bir gelişmedir. Barkan, hem 1858 öncesi dönemin arazi hukukuna, hem de kanunnameye göre miri toprak sisteminde köylünün haklarının tam mülkiyet haklarından farklı olduğunu belirtse de, fiili durumda bu hakların köylünün toprağın sahibiymiş gibi hareket etmesini engellemediğini de söyler.

Barkan'ın Kanunname üzerine kimi görüşleri ile Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun görüşleri arasında bazı farklılıklar vardır. Velidedeoğlu, 1940 yılında ‘Tanzimat I’ adlı kitapta yayımlanan çalışmasında, 1858 Arazi Kanunnamesine de değinir. Barkan, bir yıl sonra yayımlanan bir makalesinde Velidedeoğlu'nun bu çalışmasını eleştirir. İkisinin üç konuda görüş ayrılığı vardır. Velidedeoğlu, kanunnamede Batı kanunları ve ideolojisinin hiç etkisi olmadığı görüşünü savunurken; Barkan, yukarıda da değinilen, miri araziyi mülk araziye yaklaştıran kimi hükümlerin, Batılı “liberalizm cereyanlarından etkilenmiş olduğunu savunur. İkinci olarak, Velidedeoğlu kanunnamenin köylülere ormandan tarla açma hakkını tanıyan hükümlerinin kanunda yer almasını eleştirirken, Barkan “bu maddeden ormanların gelişigüzel tahribinin teşvik edildiği manası çıkarılamaz” diyerek yine kanunnameyi savunur. Bu tartışmadaki daha da önemli bir nokta, kanunnamede mülk araziye dair hükümlerin yer almamasının bir eksiklik sayılıp sayılamayacağıdır. Velidede- oğlu'na göre arazi kanunu adını taşıyan bir kanunun, tüm arazi hukukunu kanunlaştırmaması önemli bir eksikliktir. Barkan bu konuda, mülk toprakların zaten başka yerlerde düzenlenmiş olduğuna göndermek yapmaktadır. Kanunnamenin mülk arazileri düzenlememesi bunu fıkıh hükümlerine bırakması önemli bir eksikliktir. Bu eksikliği dönemin şartlarına bağlamak mümkündür.

Arazi Kanunnamesiyle ilgili diğer görüşlere de aşağıda kısaca yer verilmiştir:

Osmanlı Devleti, vergi toplama işini merkezileştirmek istemiştir. Bu bağlamda kanunnamenin amacı, toprağın filli üreticilerin adına kaydedilmesi yoluyla onların devlete doğrudan vergi ödemelerini sağlamaktı

Tekrar kanunnameye dönersek, kanunun toprağın meta haline gelmiş olduğunu kabul edip etmediğini test etmenin bu perspektiften bakıldığında en uygun yolu, toprağın mübadeleye tabi olmasının önündeki engelleri kaldırıp kaldırmadığına bakmaktır.

Kanunname, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı uzun bir gerileme süreciyle ilişkilendirilmelidir. Buna göre, özel mülkiyeti tanıyan ya da resmen tanımasa bile tasarruf hakkını mülkiyet hakkına çok yaklaştıran bu kanun, Osmanlı miri toprak düzeninin bozulmasının bir sonucudur. Tımar sistemine dayanan Osmanlı toprak sistemi, XVII. yüzyıldan itibaren bozulmaya başlamış, bunu takip eden süreçte de giderek artan miktarda miri toprak özel şahısların kontrolüne girmiştir.

        Çiftlik konusunda Barkan'ın da değindiği suskunluk kayda değerdir. Çiftlikler etrafında gelişen toplumsal ilişkiler konusunda kanunnamenin suskunluğu, Osmanlı devletinin o dönemki doğası ve karakterine ilişkin önemli ipuçları verebilir. Kararname çiftlikler konusunu özel olarak düzenlememiştir.

        Osmanlı İmparatorluğu'nda tarımsal ilişkiler ve arazi kullanımı üzerine çalışan araştırmacılar, kavramsal netlik konusunda azami çaba harcamalıdır. Örneğin "rakabe" kavramı, literatürde yüksek mülkiyet, gerçek mülkiyet ya da çıplak mülkiyet olarak farklı biçimlerde tanımlanmaktadır. Çiftlik kavramı için de aynı şey geçerlidir. 

DEVAM EDECEKTİR. 24.05.2023

 

 

 

 

 

 

 


 

 

Yararlanılan Kaynaklar:

1) Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması-Prof. Dr. Halil Cin

2) Orman Hukuku Prof. Dr. Yusuf Güneş

3)Devlet Mallarının Kamu Finansmanı Açısından Değerlendirilmesi (Doktora Tezi) Dr. İlhami Söyler.

4)  Sair Yasal düzenlemeler ve mahkeme kararları

 


    1941.   İkinci Dünya Savaşı patlamıştı.   Barbarossa Harekatı başladı, Sovyetler Birliği'nin Nazi Almanyası tarafından işgal edilme ...