9 Şubat 2025 Pazar

 

 

1941.

 

İkinci Dünya Savaşı patlamıştı.

 

Barbarossa Harekatı başladı, Sovyetler Birliği'nin Nazi Almanyası tarafından işgal edilme planının kod adı'ydı.

 

Alman donanmasını Karadeniz'e geçirmek istiyorlardı ama karşılarında “Türk kilidi” vardı… Sadece beş yıl önce imzalanan Montrö Sözleşmesi nedeniyle Çanakkale ve İstanbul boğazlarından savaş gemisi geçirebilmeleri mümkün değildi.

 

Hitler, Türk hükümetine “hile” teklif etti.

 

“Atılay, Saldıray, Yıldıray denizaltılarınızı bize satın” dedi.

 

Bizim denizaltıları Alman mürettebatla

 

Karadeniz'e salacaktı.

İsmet İnönü derhal reddetti.

 

Bunun üzerine, Hitler düşündü taşındı, Fatih Sultan Mehmet'in karadan yürüterek Haliç'e kadırga indirmesi gibi, Avrupa'yı boydan boya yürüterek, Karadeniz'e denizaltı indirmeye karar verdi!

 

Efsanevi U-Bot'ların dizaynında değişiklik yaptılar, Tip2 adıyla, daha küçük, daha hafif, 42 metre boyunda, 4 metre eninde, 270 ton ağırlığında, altı adet özel denizaltı ürettiler.

 

U9, U18, U19, U20, U23, U24 adlarını verdiler.

 

Nakliyesi bile sıradışı mühendislik istiyordu.

 

Denizaltıları tek parça halinde taşımak

 

imkansızdı.

 

Söktüler, parçalara ayırdılar.

Hamburg'tan römorkörlerin çekeceği özel dubalara yüklediler.

 

Elbe Nehri üzerinden Dresden'e getirdiler.

 

Dubalardan indirip, kamyonların çekeceği yirmi tekerlekli devasa dorselere yüklediler, karayoluyla Ingolstatdt'a getirdiler.

 

Dorselerden indirip, yine dubalara yüklediler, Tuna Nehri üzerinden Romanya Köstence'ye getirdiler.

 

2 bin 300 kilometre.

 

11 ay sürdü.

 

Monte ettiler.

 

 

Karadeniz'e indirdiler.

1942 yılı olmuştu.

 

Ekim ayından itibaren göreve başladılar, askeri-ticari hedeflere 56 operasyon düzenlediler, Sovyetler'e ait 26 gemiyi batırdılar.

 

Rus donanması fellik fellik onları arıyordu.

 

Alman denizaltılarından üçü batırıldı.

 

1944 yılı oldu.

 

Romanya savaşta saf değiştirdi, Sovyet ordusu Alman denizaltılarının ikmal yaptığı Köstence'ye girdi.

 

Böylece, U19, U20 ve U23 denizaltıları Karadeniz'de sıkıştı kaldı.

 

 

Sığınacak liman yoktu.

Alman genelkurmayı yine Türk hükümetine teklifte bulundu.

 

“Mürettebatımızı bize teslim etmeye söz verirseniz, denizaltılarımız size teslim olacak, mürettebatımız karşılığında denizaltıları hibe edelim, sizin olsun” dediler.

 

Ama, tarafsızlık konusunda kararlıydık, yine reddettik.

 

Bunun üzerine, Almanya'nın başka çaresi kalmadı, denizaltıların komutanlarına şifreli mesaj gönderdiler, “Türkiye kıyılarına yaklaşın, denizaltıları batırın, mürettebatı gizlice karaya çıkarın, karayoluyla Yunanistan'a geçmeye çalışın, veya Ege kıyılarına ulaşıp, Alman gemileriyle irtibat

 

kurmaya çalışın” emri verdiler.

9 Eylül 1944 gecesiydi.

 

Mürettebat lastik botlarla karaya çıktı.

 

U19, Zonguldak Filyos kıyılarında, U20, Sakarya Karasu kıyılarında, U23 ise, Ağva kıyılarında batırıldı.

 

Alman denizciler için özgürlüğe kaçış başlamıştı ama, hiç bilmedikleri topraklardaydılar, yanlarına biraz erzak aldılar, küçük gruplara ayrıldılar, saklana saklana Batı'ya doğru yürümeye başladılar.

 

81 kişiydiler.

 

Elbette uzun süremedi.

 

İki gün sonra hepsi yakalandı.

 

Önce Beyşehir'e götürüldüler, sekiz ay Kızılay kampında tutuldular.

Sonra Isparta'ya götürüldüler, 1.5 yıl kadar da orada tutuldular.

 

Esir muamelesi görmediler, misafirdiler, hayatlarını insanca sürdürebilmeleri için Kızılay tarafından kendilerine maaş ödendi, günlük yaşama katıldılar, kimisi Kızılay hastanesinde hekimlik yaptı, kimisi fabrika ve atölyelerde Türklerle birlikte çalıştı, çoğu teknik personel olduğu için özellikle makine tamiratında çok işe yaradılar.

 

İkinci Dünya Savaşı sona erdi.

 

Alman denizciler trenle İzmir'e getirildi, barış anlaşması gereğince Amerikalılara teslim edildi, gemiyle İtalya'ya gönderildiler, Almanya'da bir süre gözaltında tutuldular, sorgulandılar, 1946 yılı eylül ayında, hepsi

 

sağ salim evlerine döndüler.

Hollywood burada olsaydı, yüz kere filmi çekilirdi.

 

 

Bu yaşanmış savaş filmi öyküsünde açıkça görüldüğü gibi, dünyayı kasıp kavuran Hitler bile Montrö Sözleşmesi'ni geçemedi!

 

 

Montrö, Mustafa Kemal dehasıdır.

 

Montrö olmasaydı, Türkiye ikinci dünya savaşından kurtulamazdı.

 

Montrö olmasaydı, Karadeniz 85 yıldır barış denizi olarak kalamazdı.

 

 

Günümüz konjonktüründe bakarsak…

 

Sovyetler Birliği döneminde, Karadeniz'in Türkiye dışındaki tüm kıyılarında Sovyet hakimiyeti vardı.

 

Bugün artık böyle değil.

 

Koskoca Rusya, 300 kilometrelik sahil bandına sıkıştı.

 

Bulgaristan, NATO üyesi oldu.

 

Romanya, NATO üyesi oldu.

 

2008 NATO zirvesi'nde Ukrayna ve Gürcistan'a üyelik sözü verildi.

 

Bardağı taşıran bu gelişme üzerine, Rusya anında Gürcistan'a daldı, peşinden Kırım'ı ilhak ederek, Ukrayna'ya müdahale etti.

 

Karadeniz şu anda, bir kıvılcımla havaya uçacak barut fıçısından farksızdır.

 

 

Montrö'yü bırak delmek, biraz esnetmek bile, jeopolitik intihardır.

 

Emperyalist emrivakilere hizmet etmekle kalmaz, Türkiye'yi ateşe atar, Türkiye'yi mutlaka ve mutlaka çatışmaya sokar.

 

 

(Hatırlayalım lütfen… Milli kahramanımız Rauf Denktaş'ı sırtından bıçaklayıp, Kıbrıs ahalisine “yes be annem” dedirtiler, en başta petrol ve doğalgaz olmak üzere, Akdeniz'deki haklarımızı kaybettik, Antalya körfezine sıkışıp kaldık, ya susup oturacağız, ya da vuruşacağız, mecburen o

 

noktaya sürüklendik. Montrö tartışmaları, Akdeniz'de

işte bu başımıza gelenlerin, Karadeniz'deki versiyonudur.)

 

 

“Cumhurbaşkanı isterse İstanbul Sözleşmesi'nden çekildiği gibi Montrö Sözleşmesi'nden de çekilebilir” diyen Tbmm başkanının, belli ki ağzından çıkanı kulağı duymuyor.

 

Ama, Türk milletinin olan biteni duymasında acil fayda vardır

 

Halit Demir Notu;12.02.2025

 

    Yazıda, Rus donanması tarafından batırılan üç Alman denizaltısının personelinin akıbeti hakkında bilgi yok. Bu konuda, ProfDr. Metin Arat'ın hatıralarına dayanarak ben bilgi aktarayım.

    Bursa Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan Metin Arat hoca 2. Dünya Savaşı yıllarında lise öğrencisidir. Babasının görevi nedeniyle Terkos Köyünde yaşamaktadır. Alman askerlerinin cesetlerinin Karaburun Köyü sahiline vurduğu haberini alan köylüler ceset kapmak için sahilde nöbet tutmaya başlarlar. Sahile vuran Alman askerlerinin üzerindeki giysiler köylüler tarafından tamamen çıkarıldıktan sonra cesetler kuma gömülür. Terkos köyündeki Dişçi Veysel, Alman askerlerinin dişlerindeki kaplamaları söküp köylülere uydurup takmaktadır. Hoca: "Veysel, söktüğü dişi cam kavanoza atınca çıkan  "ting "sesi hala kulağımdadır" derdi.

    O yıllarda, yamalı pantolonu bile zor bulan köylüler, Alman askerlerinden edindikleri giysileri ile nazi askerleri gibiydiler. Hoca o dönemde yaşadıklarını, Terkos Köyündeki yaşantıyı çok güzel anlatıyordu.

    Yıllar geçip Hoca Tıp fakültesi öğrencisi olunca hocası eğitim için, öğrencilerinden insan iskeleti bulup getirmelerini ister. Hocanın aklına sahile gömdükleri Alman askerleri gelir. Köyden birkaç işçi alıp cesetlerin gömüldüğü yere gider ama dalgalar sahilde çok fazla değişiklik yaptığından iskeletleri bulamadan dönmeye karar verdikleri sırada köylülerden biri iskelet bulduğunu söyler. Bulunan iskeleti hiç eksiksiz bir çuvala koyarlar.  Hocanın hocası, tam takım iskeleti diğer öğrencilerine gösterip bizim Hocayı över.

Böylece, o yıllarda denizde ölen Alman askerlerinin iskeletleri işe yarar. 

Hikaye uzun ve detaylı. Ben burada keseyim. 

24 Ocak 2025 Cuma

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE ORMANCILIK POLİTİKALARINA GENEL BAKIŞ ve 39 SAYILI BALTALIK KANUNU UYGULAMASI (1920-1924) HAKKINDA DÜŞÜNCELER

 

1)Giriş:

1920-1924 yılları arasında yürürlükte kalan Baltalık Kanunuyla ilgili olarak çeşitli çevrelerde olumlu veya olumsuz pek çok görüş ileri sürülmüştür. Dar bir çevrede tartışılan konu, Cumhuriyetin 50. Yılında Orman Bakanlığınca hazırlanan “Cumhuriyetin 50. Yılında Ormancılığımız” adlı eserde, Kanunla ilgili olarak açıklanan olumsuz görüşler sonrası tartışmaların alevlendiğini söylemek mümkündür.

Olumsuz görüş bildirenler; Kanun uygulamasının ormanların tahribine yol açtığı, Kanunun, köylüleri TBMM’nin yanına çekmek için çıkarıldığı, Kanundan beklenen amaçlara ulaşılamadığı bu nedenle 1924 yılında kaldırıldığı görüşündedirler.

Olumlu görüş bildirenler; Kanun uygulamasının orman tahribine yol açmadığı, aksine ormanların devletin yanı sıra orman köylüsünün gözetim ve denetimi altında işletilmesiyle ormanların tahribinin önlendiği görüşünü savunmuşlardır. 

Kanun’un ormanların tahribine yol açtığı görüşünü savunanlar, bu görüşlerini destekleyecek verilerden yoksundurlar. Türkiye’de ilk orman varlığı haritasının 1926 yılında hazırlandığı gerçeğinden hareketle, Kanun’un yürürlüğe girdiği tarih ile yürürlükten kalktığı tarih arasında ülkemiz orman varlığında ne gibi değişim olduğuna dair tespitler yoktur.

Oysa asıl sorunun, Baltalık Kanunu uygulamasından değil, yeterli teknik eleman, memur ve en önemlisi para sıkıntısı nedeniyle Kanunun uygulanamamasından kaynaklandığını söylemek daha doğru olacaktır.

Baltalık Kanunuyla ilgili açıklamalarımızın daha iyi anlaşılması için;

Önce, Osmanlı Devletindeki ormanlarla ilgili mevzuatı özetlemek,

Sonra, Baltalık Kanunu maddelerini ve uygulamasını açıklamak,

Daha sonra, Cumhuriyet Dönemi ve günümüz uygulamalarına kısaca göz atmak yararlı olacaktır.

Böylece, Türkiye'de orman mevzuatı uygulaması hakkında da topluca fikir sahibi olan okuyucu, Baltalık Kanunu hakkında edindiği bilgileri daha iyi özümseyecek ve değerlendirecektir.

2)Osmanlı Devletinde Ormanlarla İlgili Düzenlemeler:

Osmanlı Devletinde 1858 yılına kadar, ormanlarla ilgili düzenlemeler; emirnameler, fermanlar gibi irade-i seniyye mahiyetindeki metinlerde yer almıştır. Bu düzenlemeler, esas itibarıyla ormanların korunmasına ve işletilmesine yönelik olmaktan çok, donanmanın, tophanenin ve askeriyenin kereste ve odun ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Bu kapsamda, ormanlarla ilgili olarak, bilhassa Dersaadet’in yakacak ihtiyacının ve vakıf hastanelerinin gelir ihtiyacının teminine yönelik düzenlemeleri sayabiliriz. Miri ormanların, yani devlete ait ormanların, bir kısmı, devletin ihtiyacı için kullanıldığından kısmen de olsa korunmuştur. Bunların dışında hiç kimsenin mülkiyetinde olamayan ormanlar, günümüzün tabiriyle devletin hüküm ve tasarrufu altındaki ormanlar “Cibal-i Mübaha” olarak herkesin kullanımına açık tutulmuştur. Bu tür ormanlardan tarla açmak için izin gerekmediği gibi vergi hasılatının artması için orman alanlarının tarım alanına dönüştürülmesinin teşvik edildiği bile söylenebilir. Zamanın teknik imkanları ve nüfus yoğunluğu dikkate alındığında bu uygulamanın orman tahribine yol açtığını söylemek zordur. Arazi Kanunnamesiyle baltalık tabir edilen koru ve ormanların kesimi ve korunması münhasıran yöre halkına verildiğinden, ormanlar yöre halkı tarafından sahiplenilip korunmuştur.

1838 Tanzimat Fermanının ilanı sonrası mülkiyet hakkının korunmasına yönelik bazı düzenlemelere gidilmiş, bu arada milli servet olan ormanların korunmasıyla ilgili ilave düzenlemeler yapılmak ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesinde ormanların ve baltalıkların işletilmesine ve korunmasına yönelik hükümlere de yer verilmiştir. Arazi Kanunnamesi bir yandan mülkiyet hakkının korunmasına yönelik hükümler getirirken diğer taraftan tapusuz (ba tapu) yerlere tapu verilmesi uygulamasının önünü açmıştır. Bu kapsamda, bazı üst kademe devlet görevlilerinin ve fırsatçıların kendi lehlerine tapu çıkardıklarını, orman kapsamında olan yerlerin bir bölümünü kendi tapuları içine aldıklarını görmekteyiz. Hangi devlet erkanının bu yolla ne kadar tapu edindiğine yönelik kapsamlı bir çalışmaya rastlamadıysak da Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın (Koca Reşit Paşa) İstanbul ve civarında çok geniş orman ve tarım arazileri edindiğini biliyoruz.

Arazi Kanunnamesi orman tapusu ile arazi tapusu ayırımı yapmadığından, uygulamada orman alanlarının araziye ilişkin kanun hükümleri kapsamında değerlendirilip tapuya bağlandığını görmekteyiz. Bu yazının amacı, Arazi Kanunnamesi hükümlerini incelemek olmadığından bu konuda daha fazla detaya girmiyoruz. Ancak şunu söylemeliyiz ki, Arazi Kanunnamesi mülkiyet hakkının korunmasına yönelik hükümler getirirken ormanların korunmasında yetersiz kalmıştır. 1870 yılında çıkarılan Orman Nizamnamesiyle, yeni bir anlayışla, orman mevzuatı yeniden düzenlenmiştir. Orman Nizamnamesinden de beklenilen sonucun alındığını söylemek mümkün değildir.

Orman Nizamnamesinde ormanlar; miri ormanlar, vakıflara ait ormanlar, kasaba ve köylere mahsus baltalıklar ve şahıslara ait ormanlar olarak dört kısımda tanımlanmıştır.

Orman Nizamnamesine göre; köylünün zorunlu ihtiyacı olan ev, ambar, ağıl, kümes gibi binaları inşa etmek, zirai alet, araba, odun, kömür, kereste ve benzeri ihtiyaçları için ormandan kesim yapmak ücretsiz olmakla birlikte izne tabidir.

II. Meşrutiyet döneminde, 1917 yılında “Ormanların Usul-i İdaresi ve Fenniyeleri Hakkında Kanun” ile yeni düzenlemelerin yapıldığını görüyoruz.

Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında buharlı makine teknolojisinin gelişmesiyle birlikte demiryolları inşaatında kullanılacak traverslerin ve telgraf direği temini için ormanlardan aşırı ağaç kesimi orman varlığının azalmasında önemli etkenler olmuştur. Trakya ve Anadolu’daki yüz yıllık meşe ağaçları travers yapımında kullanılmak için kesilmiştir. Sağlamlığından hiç bir şey kaybetmemiş olan bu traversler günümüzde Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğünce çevre düzenlemesi işlerinde kullanılmak üzere belediyelere ve vatandaşlara satılmaktadır. Daha sonraki yıllarda, şimendifer kazanlarında yakıt olarak kullanmak üzere ormanlardan ağaç kesimi ülkemiz orman varlığını olumsuz yönde etkilemiştir.

(1853-1856) Kırım Harbi, (1877-1878) 93 Harbi, (1912-1913) Balkan Harbi badireleri ile mali dengesi tamamen bozulmuş Osmanlı Devleti, bütçe gelirleri tahsilatının önemli bir bölümünü Duyun-u Umumiye İdaresine devretmek zorunda kalmıştır. Durum böyle iken, Osmanlı Devleti girdiği Birinci Dünya Harbinden de mağlup olarak çıkmıştır. Savaş sonrası orduları dağıtılmış devlete, çok ağır şartlar taşıyan Sevr Anlaşması imzalatılmıştır. Bu dönemde Devletin elindeki en önemli milli servet ormanlardır.

3) 11.10.1920 Tarihli ve 39 sayılı Baltalık Kanunu ve Uygulaması:

Yukarıda da belirtildiği üzere, Osmanlı Devletinin son yıllarındaki sonu gelmeyen savaşlar ülkenin ekonomisini adeta yok etmiş, ülke insanını bezgin hale getirmiştir. Bu durumu Atatürk nutkunda gayet net açıklamıştır. Çok zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren Anadolu insanı Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde Kurtuluş Savaşı vermek zorundaydı. Bu savaşın kazanılması için halkın savaşa gönüllü katılımının sağlanması gerekecektir. Bu ortamda halk, her türlü siyasi yapılanmaya ve liderinin söylediklerine temkinli yaklaşmaktadır.

TBMM, halkın ve devletin tükenmişliğini daha da arttıracak tedbirlere başvurmadan ölüm kalım savaşını başarmanın mümkün olmadığını görmekte ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda meclis üyesi pek çok kişide tereddütler vardı.

Mustafa Kemal Paşa’nın, TBMM’nin yetkilerini üç ay süreyle kullanmak şartıyla, başkomutanlığı üstlenmeyi kabul edeceğine dair önergenin 5 Ağustos 1921 gün ve 144 sayılı Kanunun kabulü sonrası Paşa, başkomutanlık görevine başladıktan iki gün sonra, başkomutan olarak, 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde, Tekalif-i Milliye emirlerini yayımlamıştır. Bu emirler Kurtuluş Savaşının hangi şartlar altında verildiğini çok net göstermektedir.

TBMM hükümeti, Osmanlı Devletinden her şeyi ile tükenmiş mali yapıyı devralmış, Kurtuluş Savaşı boyunca da bu yapıyı değiştirmeye yönelik düzenlemeleri savaş sonrasına ertelemiştir. Baltalık Kanunu, devletin ve milletin her bakımdan tükendiği, olağan üstü dönemde kabul edilmiştir. Kanunla, orman köylüsünün bir nebze olsun nefes almasını sağlamak, devletin ve ordunun acil yakacak ihtiyacının karşılaması amaçlanmıştır. Bu bakımdan, Kanunun sadece orman köyleri için çıkarıldığını söylemek doğru olmaz.

Baltalık Kanunu’nun bazı önemli maddeleri hakkında bilgi verirsek:

Madde 1

Baltalık Kanunu’nun getirdiği imkanlardan ormanlara bitişik veya en fazla yirmi kilometre mesafedeki köyler halkı istifade edecektir. Vakıflara ait ormanlar bu kanun kapsamında değildir. Her bir haneye en fazla on sekiz dönüm gelecek kadar baltalık verilecektir. Dağıtım, kesim ve mahalli mühendis ve tapu memurlarının denetiminde yapılacak olup köy ihtiyar heyeti ormanların korunmasından doğrudan sorumlu olacaktır. Kanuna göre ormanlar köy tüzel kişiliği namına tapuya kaydedilecek ve kullanımı köy ihtiyar heyetinin nezaret ve mesuliyeti altında köy halkına ait olacaktır. Köy tüzel kişiliğine verilen hak, kullanım hakkı değil mülkiyet hakkıdır.

Ormana 20 kilometre mesafeden uzak köyler halkının Baltalık Kanunuyla getirilen imkanlardan yararlanamayacak olması haksızlık olarak görülebilir. Bu konu TBMM’de de dile getirilmiştir. Ancak burada belli bir sınır getirilmemesi halinde ormanların tahribe uğrayacağı, köyler arasında ihtilaflar çıkacağı değerlendirilerek 20 kilometre mesafe şartı getirilmiştir. Buna rağmen uygulamada sıkıntılar yaşanmıştır. Orman içinde veya bitişiğinde yaşayan orman köylüsü kadimden beri istifade ettiği, adeta kendi malıymış gibi gördüğü ormanı paylaşmak istemeyecek bu durum kanundan amaçlanan sonucu ulaşmaya engel olacaktır. Böyle bir sınırlama getirilmesi uygun olmuştur. Tersi durumda, köyler arasında istenmeyen çatışmalar olması muhtemeldir.

Yukarıda da değindiğimiz üzere Baltalık Kanunuyla, bir taraftan harap ve bitap düşmüş orman köylüsünün cebine birkaç kuruş para girmesi, diğer taraftan Devletin acil ihtiyaç duyduğu yakacak odunun uygun şartlarla temini amaçlanmıştır. Unutulmamalıdır ki bu dönemde şimendiferlerin ihtiyaç duyduğu kömür madeni ocakları düşman işgali altındadır. Çalışabilecek durumda olan ocaklar ise yeterli işçi ve teknik ekip eksikliğinden dolayı çalıştırılamamaktadır.

Madde 2

Köyler civarındaki ormanların, şahısların mülkiyetinde bulunmasından dolayı, yeterli baltalık ayrılması mümkün olmazsa civardaki şahıslara ait ormanlar takdir edilecek kıymeti üzerinden satın alınacak veya istimlak edilecek, istimlak bedeli köylü tarafından peşin ödenecek ve orman köy namına tapulanacaktır. Köylü parayı temin edemezse T.C. Ziraat Bankasından kredi kullandırılacaktır. Bedeli düşük gören orman sahiplerinin mahkemeye müracaat hakları olacaktır.

Bu maddenin uygulanması için yeterli kaynak bulunamadığından kanun uygulaması eksik kalmış veya hiç uygulanamamıştır.

Madde 3

Köy civarındaki şahıslara ait ormanların mülkiyeti ihtilaflı ise takdir edilen bedel ileride belirlenecek tarafa ödenmek üzere Ziraat Bankasına depo edilecektir.

Madde 4

Elinde resmi izin olmayan hiç kimse devlet ormanlarına giremeyecek ve hayvan sokmayacaktır.

Madde 5

Birinci ve ikinci maddelere göre baltalığa sahip olan köy ahalisinin ormandan keserek satacakları orman mahsullerinin satışı her türlü vergiden muaf olacaktır. Köy ihtiyar heyetinin kararıyla, köyün imarı için gerekli para, üretilen kereste ve odunun bir kısmı köy ihtiyar heyetince satılıp köyün imarında kullanılmak üzere köy tüzel kişiliği namına Ziraat Bankasına yatırılacaktır.

6,7,8 ve 9. Maddeler Orman Nizamnamesinin uygulamasıyla ilgilidir.

4)Genel Değerlendirme ve Baltalık Kanunu Sonrası Ormancılık Politikasıyla İlgili Bazı Önemli Düzenlemeler:

Baltalık Kanunu uygulamasından beklenen amacın tam olarak gerçekleştiği söylenemese de, köy İhtiyar heyetine tanınan yetkiler dikkate alındığında, kanun uygulamasında halkın katılımının ön plana çıkarıldığını söylemek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında; halka doğru gitmek isteyen, halka yukarıdan bakan hükümet yerine halkın yanında ve onun katılımının önemini kavramış bir hükümetin iş başında olduğu gösterilmek istenmiştir. Meclisteki müzakereler sırasında bir taraftan ormanların korunmasının önemi vurgulanırken diğer taraftan halkın ihtiyaçlarının göz ardı edilmeden, halkın katılımıyla uygulamanın yapılması için tedbirler alınmasının önemi milletvekillerince sıklıkla dile getirilmiştir.

Mustafa Kemal Paşa imzasıyla TBMM ne sunulan tezkerede“ Köylülere hakkı kanunilerinden daha serbest istifade fırsatını vermek ve miri ormanların muhafaza ve inzibatını temin etmek üzere mücavir köylerle ahalisi odunculuk ve kömürcülük ile geçinen köylere baltalık tefrik ve tahdidine dair Umuru İktisadiye Vekaletince tanzim kılınan kanun lahiyası ve esbabı mucibe mazbatası Heyeti Vekilenin 22 Eylül 1920 tarihindeki içtimaında ladelmutalaa tasvip edilmiş ve ilişikte takdim edilmiş olmakla ifayı muktezasını rica ederim.” denilerek Orman Kanununun çıkarılma gerekçesinin ana fikri açıklanmıştır.

Baltalık Kanunuyla ilgili olarak olumlu olumsuz çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Biz bu yazımızla, Baltalık Kanunu hakkında geniş çaplı bilgi vermekten ziyade bir dönemde uygulanmış ve tartışma konusu olmuş hususlara tekrar değinmek ve kendi görüşlerimizi de ekleyerek, olaya yeniden ışık tutmak istedik.

Baltalık Kanunundan sonra 26 Mart 1921 tarih ve 109 sayılı “Resmi Dairelere ve Fakir Halka Dağıtılacak Yakacak ve Askeri Kurumların İhtiyaç Duyduğu Telgraf ve Telefon Direkleri ve Yakacak Odunun Müzayede Olmadan Tarife Bedeli Üzerinden Verilmesi Hakkında Kanun” ile 31 Ekim 1921 tarih ve 161 sayılı“Düşman Tarafından Tahrip ve Yağma Edilen Kasabalar ve Köy Halkının Devlet Ormanlarından Kesim Yapması Hakkında Kanun” yayımlandı.

1937 Yılında kabul edilen 3116 sayılı Orman Kanunuyla ormancılık alanında yeni bir döneme geçilmiştir. 3116 sayılı Kanun, ormanların tamamının devlet mülkiyetinde olması halinde daha iyi korunacağı fikrinden hareketle hazırlanmıştır. Bu kanun 1956 yılında kabul edilen 6831 sayılı Orman Kanununa temel oluşturmuştur. Ancak, 1945 yılına kadar devletleştirme uygulaması yoktur.

1945 yılında kabul edilen 4785 sayılı Kanunla; vakıflara, köy tüzel kişilerine, özel ve tüzel kişilere ait bütün ormanlar bir gecede devletin mülkiyetine geçirilmiştir. Bu kanun halen yürürlükte olup Anayasa Mahkemesi, Kanun’un iptali için yapılan başvuruları reddetmiştir. 1950 yılında kabul edilen 5658 sayılı Kanunla devletleştirilen ormanların bir kısmı eski sahiplerine iade edildiyse de köylere ve köyler halkının sahibi olduğu özel ormanların iadesi çeşitli nedenlerle gerçekleşmemiştir. Bunun nedenlerine, bu yazının konusu olmadığından, girmiyoruz. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Devletleştirilen ormanlar, Devlet tarafından maalesef korunmamış veya korunamamıştır. Günümüz 2B uygulaması bu görüşümüzü destekleyen en önemli olgudur. Bu konuya ileride değineceğiz.

1961 Anayasası’nın 131.Maddesinde 1970 yılında yapılan değişiklikle, Anayasa’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvalık, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar bulunan topraklarla şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerin orman sınırları dışına çıkarılmasına imkan tanınmıştır. 1961 Anayasasında yapılan bu değişikliğe paralel olarak, 1973 yılında 1744 Sayılı Kanunla 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B Maddesinde değişiklik yapılmış ve 15.10. 1961 gününden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerin orman dışına çıkarılması mümkün hale gelmiştir. 1961 Anayasasının orman dışına çıkarmaya ilişkin hükümlerine, 1982 Anayasasının 169 ve 170. Maddelerinde yer verilerek; bu defa 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybeden yerlerin orman sınırları dışına çıkarılması esası getirilmiştir.

Yapılan değişiklikler sonrası, Anayasa ve kanunlar bilim ve fen bakımından orman vasfını kaybetmiş yerlerin orman sınırları dışına çıkarılmasına imkan verdiyse de, bu yerlerin satılıp satılmayacağına dair net bir hüküm getirmemiştir. 2003 yılında, Anayasanın 169 ve 170. Maddelerinde değişiklik yapılarak orman dışına çıkarılan yerlerin (2B) satışına imkan tanınmıştır. Ancak bu değişiklikler, tekrar görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca TBMM’ye geri gönderildiğinden kanunlaşmamıştır. Mevcut yönetim bu konuda bir süre ısrarlı olmamıştır.

Zaman içinde, bilhassa, büyük şehirlerin çeperinde yer alan ormanlar işgale uğramış, geri dönülemez aşamaya gelen işgal olgusunu veri kabul eden iktidar ve muhalefet oylarıyla 2012 yılında kabul edilen 6292 sayılı Kanunla (Halk arasında 2 B Kanunu olarak anılır) orman dışına çıkarılan yerlerin hak sahibini tespit edip satışını sağlanmıştır. Satışlar halen devam etmektedir. Bu Kanunun Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde herhangi bir dava açıldığını duymadık. Bu yasa gerekli miydi? Evet, bize göre de gerekliydi. Zira, orman tapusu kapsamındaki yerlerin üzerinde, yıllardır çarpık yapılaşan mahalleler ve ilçeler halkının mülkiyet sorununun çözülerek bu yerlerin imar planlarının yapılması şart olmuştu.

1744, 2896 ve 3302 sayılı Kanunlarla orman sınırı dışına çıkarılan, evveliyatı itibarıyla tapulu olan, bedel ödenmeden 4785 sayılı Kanunla devletleştirilen yerlerin eski sahiplerine (sahip-i evvellerine) iadesi mümkündü. 6292 sayılı Kanunda, evveliyatı itibarıyla tapulu olup da 4785 sayılı Kanunla veya benzer şekilde bedel ödenmeksizin devlet ormanı olarak devletleştirilen daha sonra orman dışına çıkarılan şahıslara ait yerlerin iadesine ilişkin hüküm 6292 sayılı Kanunda yer almamıştır. Bu neviden taşınmazların eski sahipleri kendi taşınmazlarını devletten yıllar sonra satın almak zorunda kalmışlardır. Sadece, tapuları mahkeme kararı ile iptal kişilere, kanunun yayımı tarihinden itibaren iki yıl içinde müracaat etmeleri şartıyla, eski tapuları bedelsiz iade olunacaktır.

1987 yılında 3373 sayılı Kanunla, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında yatay alanın yüzde altısını (% 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapımına izin verilmiştir.

2018 yılında kabul edilen 7139 sayılı kanunla Orman Kanununa eklenen Ek:16. Madde ile, yerleşim yeri oluşturulması uygun olan taşlık, kayalık, verimsiz ve fiilen orman vasfı taşımayan alanların, Cumhurbaşkanı Kararıyla orman dışına çıkarılarak, Hazine adına tescil edilmesi, satışı ve kat karşılığı verilmesi imkanı getirilmiştir. Bu Kanun uygulamasıyla pek çok yerin imara açılarak satışı yapılmış ve halen yapılmaktadır.

Bu uygulamalar da, daha iyi koruma için. Devletin mülkiyetine geçirilen ormanların daha iyi korunmadığını, aksine ormanların bizzat devlet tarafından çeşitli amaçlarla imara açıldığını göstermektedir. 

20 Temmuz 2024 Cumartesi

KARADENİZ DE ÇAKMAK HATTI

 2. Dünya Harbi öncesi büyük masraflarla inşa edilen Çakmak Hattı, İstanbul Karadeniz sahilinden başlayıp Büyükçekmeçe'ye kadar ulaşır. Bu hattın Karadeniz kıyısındaki koruganlarından bazılarının resimlerini ekliyorum. Bu hattın yapımıyla ilgili bilgilere, internet aracılığı ile ulaşılabilirse de, bu konuda aydınlatıcı ve güvenilir bir yayına ulaşamadım maalesef. Askeri arşivlerde detaylı bilgi ve yayın mutlaka vardır. Bilenler bize de aktarırsa memnun oluruz. 






                

                              KARABURUN SAHİLİNDEKİ KORUGANLARIN RESİMLERİ 

6 Haziran 2023 Salı

TAYAKADIN KÖYÜ ORMANI'NIN HAZİN HİKAYESİNE İLİŞKİN RAPOR ve KÖYDEN GÖRÜNTÜLER

 Tayakadın köyü halkının  1940 yılından günümüze kadar yaşadığı ve halen de yaşamakta olduğu büyük ıstırabın bir kısmını anlatan,  köylülerin tapulu ormanlarının ve arazilerinin devletçe nasıl ellerinden alındığına dair bilgileri içeren, raporu ve bu rapora konu tapu kaydını sunuyorum. 

1970 yılında yazılan Raporda yukarıda sözünü ettiğimiz olayın mahiyeti açık olarak yer aldığından ilave  yoruma ihtiyaç yok. 

Yeni nesiller, dedelerinin bin bir zorlukla edindiği Tayakadın Ormanın ve tarlaların halkın elinden nasıl ellerinden alındığını maalesef bilmiyorlar ve araştırmıyorlar. Ben inanıyorum ki,  konu derinlemesine araştırıldığında akademik bir makaleye de konu olabilecek mahiyettedir. Belge ve bilgilere Devlet arşivinden ve mahkeme arşivlerinden ulaşılabilir. 

Orman Kanununda değişiklik yapan, 1945 yılında yayınlanan ve tüm ormanların devletleştirilmesini öngören 4785 sayılı Kanunun,  bu günden geriye bakınca,  isabetli bir karar olup olmadığı hususu tekrar tartışılmalıdır. Bize göre, oran olarak toplam orman varlığımız içinde önemli bir payı olmayan özel ormanların devletleştirilmesi isabetli olmamıştır. Neden mi? İşte bu sorunun cevabını bulmak için 1945 yılından beri bu konudaki uygulamaları, mahkeme kararlarını, diğer mevzuatı ve ormanı devletleştirilen kişilerin durumunu birlikte ele alıp inceledikten sonra sonuca varmak mümkündür. Biz burada konuya biraz kapı aralıyoruz. Bu konuyu akademik olarak incelemeyi düşünenlere elimizdeki bilgi ve belgelerle yardımcı olacağımızı ifade ederiz.

Şunu da ekleyeyim: Bu gün devletleştirilen Tayakadın Ormanından geriye yüzde on bile orman kalmamıştır. Ben inanıyorum ki devletleştirilmeseydi bugün ormanın tamamı ayakta olurdu. 

Kaldı ki, devletleştirme kapsamındaki ormanların bir bölümü daha sonra sahiplerine iade edilmiştir. Büyük orman sahipleri ormanlarını tekrar geri alabilmişlerdir.  Ancak, hisseli mülkiyetle orman sahibi olan orman köylüsü ile küçük orman sahipleri,  bu konuda devlet nezdinde yeterli girişimlerde bulunamadıklarından, bu imkandan yararlanamamışlardır.

DEVLETLEŞTİRME SORASI 1970 YILINDA YAPILAN KADATRO TESPİTLERİNDE ORMAN TAHDİDİ DIŞINDA KALAN ARAZİLER DE MALİYE HAZİNESİ ADINA TESPİT EDİLMİŞTİR. 1932 YILINDA 20.000 TL BEDELLE KÖYLĞLERCE SATIN ALINAN ARAZİ MAALESEF DEVLET ADINA TAPUYA KAYDEDİLMİŞTİR. 15 YIL SÜREN MAHKEME SÜRECİ SONRASI DAVA KONUSU OLAN PARSELLERİN HAZİNE ADONA OLAN TAPU KAYITLARI  İPTAL EDİLDİYSE DE PEK ÇOK TAŞINMAZ 2B ARAZİSİ OLARAK DEVLETE KALMIŞTIR.

BU KONUYA İLİŞKİN TAPULAMA TUTANAĞINDA YER ALAN BİLGİLER HER ŞEYİ AÇIKLAMAKTA OLDUĞUNDAN AŞAĞIDA YER VERİLMİŞTİR.




TAYAKADIN KÖYÜNDEN BAZI GÖRÜNTÜLER VE RAPOR AŞAĞIDA VERİLMEKTEDİR.






















    1941.   İkinci Dünya Savaşı patlamıştı.   Barbarossa Harekatı başladı, Sovyetler Birliği'nin Nazi Almanyası tarafından işgal edilme ...